28 Temmuz 2013 Pazar

ÇAYI VE ÇAY BARDAĞINI MARKALAMAK

     Blogumu açtığım ilk günden beri link edeceğim bir reklam bulup çay ve çay bardağını markalamayı hep yazmak istemişimdir. Lipton'a yeni demlik çay poşeti reklamıyla bana bu imkanı verdiği için teşekkkürü bir borç bilirim.

     Öncelikle belirtmek isterim ki bu yazım Lipton'un son reklamının yorumlaması değil reklamın packsot'ında görülen çay ve özellikle çay bardağından yola çıkarak Türkiye'deki çay kültürüne dair fikirlerimin paylaşılması olacak:

     İspanya'da Chufa, İsviçre Rivella, İtalya'da Espresso ünü dünya dışına çıkmış içecekler. Dünya'da bir Çin restaurantına gidip Espresso isterseniz size Roma'daki şekilde sunulurken biz Türklerin ise gün içinde en çok tükettikleri içeceklerden olan çayın ise bırakın dünyayı Türkiye'de bile belli standartı maalesef yok. Türkiye'deki tüm kafelerde, restauranlarda, iş yerlerinde vs. mekanlarda çay farklı bardaklarda ya da şekillerde tüketiciyle buluşuyor. Bunun yanı sıra kullanılan malzemeler de yerden yere farklılık gösterdiğinden çayın tat ve kıvamında da bütünlük bir türlü sağlanamıyor. Espresso, Rivella ve Chufa'ın ise tüm dünyada hem sunum şekli hem de içinde kullanılacak malzemeleri net bir şekilde belli olduğundan dünyanın her yerinde aynı şekilde bir hizmet almak mümkün.

   Bu noktada Lipton'ın son reklam filminin packshot'ında ve çeşitli key visuallarında kullandığı, adını bilmediğim çay bardağı, çok ciddi şekilde irrite etmekte beni. Lipton'in klasik ince belli çay bardağını bir kenara atıp çay içerken kullanılma amacını bir türlü anlayamadığım o çay bardağın tercih sebebini çözebilmiş değilim. 

    Bana göre ise bir ülkenin marka değerini bu tarz küçük unsurlar artırıp azaldığı için çay ve çay bardağı da üzerinde önemle durulması ve belli bir standarta kavuşturulması gereken bir konu. Bu konuyu Türkiye'de sanırım 2006 yılında gündeme ilk getiren kişi olan Bilgin Gökberk'i de anıp yazımı bu şekilde sonlandırıyorum.



21 Temmuz 2013 Pazar

GENÇLİK 3.0 SİYASET 1.0

     

     Gezi Parkı nedeniyle uzun bir süredir ara verdiğim bloguma bugün itibariyle geri dönüyorum. Yaklaşık 2 aydır ülkenin geleceği için büyük önem taşıyan olaylar esnasında reklam, pazarlama, iletişim, halkla ilişkiler gibi blogumun temel noktaları bana çok uzak ve anlamsız göründüğünden sizinle yazılarımı paylaşamadım. Geri dönüşümü müjdeleyen bu yazımda ise Gezi Parkı olaylarına bir iletişimci gözüyle kısaca değiniyor olacağım.

     31 Mayıs'tan beri her iki %50'lık kesim için de özellikle sosyal medya üzerinden hem çok güldüğüm, eğlendiğim hem de asla anlam veremeyeceğim pek çok paylaşım okudum. Tüm paylaşımlardan çıkardığım temel sonuç ülkemizin bugünkü siyasi anlayışının analog, gençliğin ise digital olduğu. Bu doğrultuda gençlik her konuda geri bildirim isterken tek taraflı iletişim onlar için anlamsız bir hale gelmiştir. Gençlik bir nevi pazarlama 3.0 iken siyaset henüz 1.0'dir. Özellikle gençliğin digital olma durumunun önümüzdeki 5-10 yıl içinde çok daha hızlı bir şekilde artacağı rahatlıkla öngörülebileceğinden ülkedeki tüm siyasi kurumların aynı birer marka gibi Y ve Z kuşaklarını anlamak için yoğun mesai harcaması gerekmekte. Bu mesai harcanmadığı takdirde ülkeyi hangi siyasi görüş yönetirse yönetsin Gezi Parkı benzeri olayların yaşanması büyük bir olasılık olacaktır.